İSLAM
ve BİLİM
Dr.
Ş. Kocabaş
1. Giriş
İslam
medeniyetinin bilime katkısı 19. yüzyıldan günümüze kadar
gerek müslümanlar gerekse gayrimüslim yazarlar tarafından
tartışılagelen bir konudur. Müslümanların bu tartışmalarda
genellikle gözlenen kararsız durumları onların, insanlık
tarihinin belli bir döneminden sonra bilim alanında, ve buna bağlı
olarak hayatın diğer alanlarındaki etkinliklerini giderek
kaybetmiş
olmalarından kaynaklanmaktadır.
Son
iki yüzyılda günümüze kadarki ‘İslam ve Bilim’
tartışmalarına göz attığımızda genel olarak birkaç değişik
yaklaşım görüyoruz. Bunlardan birincisi 19. yüzyılda başlayıp
2. Dünya Savaşı sonrasına kadar devam eden dönemde bazı
istisnalar dışında Avrupa bilim ve felsefe tarihçilerinin,
müslümanların Klasik Yunan eserlerinin yorumlayıcısı olmanın
ötesinde bilim ve felsefe alanında uygarlığa kayda değer bir
katkıları olmadığı yönündeki yaklaşımlarıdır. Bu
yaklaşımın etkisini
Bertrand Russell gibi tanınmış felsefecilerin eserlerinde bile
görmekteyiz[1].
İkinci
yaklaşım, Avrupa'lı bilim ve felsefe tarihçilerinin karşısında
İslam medeniyetini savunma durumundaki bazı müslümanların
geliştirdiği bir yaklaşımdır. Buna göre bilim ve felsefe zaten
insan hayatı ve mutluluğu için gerekli olmayan, onu güçleştiren,
hatta ona zarar veren olgulardır. Bu yaklaşıma göre müslümanların
bilim ve teknoloji alanında geri kalmış olmaları üzünülecek
bir durum da değildir.
Üçüncü
yaklaşım
gene bazı müslüman tarihçiler tarafından geliştirilen, ve
müslümanların klasik dönemde bilim alanında öncü sayılabilecek
çalışmalar yaptıklarını, ancak daha sonraki yüzyıllarda Haçlı
Seferleri ve Moğol istilaları gibi yıkıcı dış etkenlerle bilim
alanında
geri kaldıklarını öne süren yaklaşımdır.
Dördüncü
yaklaşım, 20. yüzyılda Sarton[2] ve Huff[3] gibi bazı batılı
bilim tarihçilerinin, müslümanların Ortaçağ'da bilime önemli
katkılar yaptığını kabul eden, ve daha sonraki yüzyıllarda
bilim alanındaki duraklamayı ve gerilemeyi sosyal, kültürel,
iktisadi ve hukuki sebeplerle açıklamaya çalışan yaklaşımdır.
Beşinci
yaklaşım, müslümanların bilime katkılarının İslam'la ilgisi
olmadığını ve müslüman bilim adamlarının 8-12. yüzyıllarda
yapmış oldukları başarılı çalışmaları İslam dışı, laik
bir anlayış içinde gerçekleştirmiş olduklarını, ve
dolayısıyla gelecekte de bilim alanında ancak bu şekilde başarılı
olabileceklerini öne süren yaklaşımdır[4]. Bu yaklaşımı
savunanlar ayrıca, Batı'da özellikle Rönesans
ve
sonrasında ortaya çıkan din (Hristiyanlık) ve bilim ayırımını,
ve bu zorunlu ayırım ile birlikte ortaya çıkan tartışmaları
derinlemesine bir kavramsal analiz yapmadan gerçekliğin dini (=
din-ül
hakk)
olan İslam dini üzerine yansıtarak geçersiz bir ‘İslam /
bilim’ ayırımı yapmak eğilimindedir.
Bizim
yaklaşımımız ise bu beş sınıfta toplanan yaklaşımlardan
bazılarıyla ortak noktalar taşımakla beraber, konuya temelden
farklı yeni bir bakış açısı ve çözümleme getiren bir
yaklaşım olacaktır. Bunu aşağıda tafsilatlı bir şekilde
açıklamaya çalışacağız. Fakat önce yukarıda özetle
sıraladığımız yaklaşımları biraz daha yakından inceleyelim.
Birinci
yaklaşımdaki görüşler bu gün bilim tarihiyle biraz uğraşmış
olan insanlar arasında geçerliliğini kaybetmiş görüşlerdir.
Ancak hala, kesin taraflı ve gerçekleri görmek istmeyen kişilerce
savunulabilmektedir. Bu görüşün neden yanlış olduğunu birazdan
örneklerle göstereceğiz. İkinci yaklaşım ise, belki iyi niyetli
fakat zararlı bir saflıkla bazı müslüman yazarlar tarafından
hala savunulmaktadır, ki bunlar savundukları şeyin İslam'da bilgi
(= ilm)
kavramı ile çeliştiğinin farkında olmayan kişilerdir. Üçüncü
yaklaşım, bilimsel motivasyonla sosyal, hukuki, siyasi ve iktisadi
şartlar arasındaki bağları yanlış değerlendirmekten
kaynaklanan sistematik bir hatayı içermektedir. Biz bu yazımızda
dördüncü yaklaşımın eksik bıraktığı noktadan hareketle
meselenin temeline, yani İslam tarihinin klasik dönemi sayılan
8-12. yüzyıllarda öğrenme, araştırma ve sonunda bir bilimsel
araştırma geleneği oluşturma döneminden sonra neler olduğuna
eğileceğiz. Ancak buna geçmeden önce beşinci yaklaşımın neden
yanlış bir başlangıçtan kaynaklandığını belirtmemiz
gerekiyor.
Klasik
dönemde müslümanların bilime katkısında İslam'ın rolü
olmadığı, bunun laik bir anlayış içinde ortaya çıktığı
iddiasının gerçekleri ne derece yansıttığını incelerken şu
hususları göz önünde bulundurmamız gerekiyor: Ortaçağ
Avrupasının, Kilisenin dünya ve gerçeklik hakkındaki
görüşlerinden uzaklaştıkları oranda bilimsel araştırmaya
yöneldikleri bilinmektedir. Halbuki, İslam'dan önce bilimle hemen
hiç alakası olmayan Arap ve Türk topluluklarının bilim ve
felsefe alanındaki bilinen bütün eserlerinin İslam'ı kabul
ettikten sonra ortaya çıktığını görüyoruz. O halde, bu
dönemde
müslümanların bilim ve felsefe alanında böyle bir atılımı
İslam'ın getirdiği bir motivasyon ve düşünce yapısı içinde
gerçekleştirmiş olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.
Bu
dönemdeki müslümanlara bilim ve felsefe konusunda, kendi
çağlarındaki diğer toplumlarla karşılaştırdıklarında böyle
güçlü bir motivasyon kazandıran şeyin İslam olduğunu
söyleyebilmemiz için, İslam dininin onlarda ne gibi bir kavramsal
değişiklik meydana getirmiş olduğunu anlamamız gerekiyor. Bu
insanların İslam’dan önce tabiat ve gerçeklik
hakkındaki kavramları nelerdi ve bu kavramlar nasıl bir dönüşüme
uğradı? Benzer bir soruyu Ortaçağın Hristiyan Avrupa'sı için
de sorabiliriz: Avrupa'da Ortaçağ sonunda, özellikle 12. yüzyıldan
sonra nasıl bir kavramsal dönüşüm meydana geldi? 16. yüzyıldan
itibaren Avrupa'da göze çarpan bilimsel gelişmenin temelinde nasıl
bir kavramsal dönüşüm yatmaktadır? Ve bu dönüşüm nasıl
oluşmuştur?
Bazı
Avrupalı bilim ve felsefe tarihçileri bu sorulara cevap vermeden,
Batı'nın bilimsel düşünceyi Eski Yunanlılardan aldığını
tekrarlamış ve böylece İslam'ın Avrupa'da Rönesans ve Reform
ile bunları izleyen bilimsel atılım üzerindeki etkilerini
unutturmaya çalışmışlardır. Bu dönemde Batı'nın bilimsel
düşünce ve felsefe geleneğini Eski Yunanlılardan aldığı
iddiası
karşısında şu sorunun sorulması gerekirdi: Eğer bu iddia doğru
ise, Avrupalılar Eski Yunanlıların[5] eserleri bin yıldan fazla
bir süre ellerinde bulunduğu halde Ronesansı neden çok daha önce
başlatamadılar? Neden Batı uygarlığı bilimsel gelişme için
1200
yıl daha beklemek zorunda kaldı? Bu soruların cevabı şu
olabilir: Batılılar bu süre içinde ya Eski Yunanlı düşünürlerin
eserlerini anlayamadılar ve bunları İbni Rüşd gibi müslüman
düşünürlerin eserlerini okuduktan sonra anlamaya başladılar,
veya bu eserler
böyle bir bilimsel gelişmeyi başlatabilecek kavramsal yapıya
sahip değildi. Bu iki ihtimalin de iyice araştırılmaya değer
hususlar olduğunu söyleyebiliriz.
İslam
düşünce tarihi incelendiğinde bilim ve felsefe alanında 12.
yüzyıla kadar müslümanların, klasik bilimlerin her alanında
(matematik, fizik, astronomi, kimya, biyoloji ve tıp) ve felsefede
geniş çapta ve çok yönlü bir araştırma çabası içinde
olduğunu görüyoruz. Müslümanlar bu süre içinde bir yandan eski
Yunanlı ve Hintli düşünürlerin eserlerini
dikkatle incelerken, diğer yandan da bunlardan tamamen farklı
yaklaşım ve metotlar geliştirmişlerdir. Bu hususu aşağıda
örneklerle açıklayacağız.
Bu
farklı yaklaşım ve metotların geliştirilmesi belli bir zihinsel
yaratıcılık kabiliyeti gerektirmektedir. Bilimsel yaratıcılığın
motivasyonla ve bunun da kavramsal yapı ile ilgisi son yıllarda
üzerinde çalıştığımız bir konudur[6]. İslam dininin Klasik
Devir'de müslümanlar üzerinde ne gibi bir kavramsal dönüşüm
meydana getirmiş olabileceğini araştırmak üzere
İslam'da ve özellikle Kur’an'daki bazı temel kavramlar ve
bunların oluşturduğu kavramsal yapıya bir göz atalım.
2. İslam'da
Bilgi Kavramı
İslam'da
bilgi (= ilm)
kavramı konusunda İslam tarihi boyunca gerek müslüman ve gerekse
müslüman-olamayan yazarlar tarafından çok şeyler
söylenmiştir[7]. Bunları ayrıntıları ile incelemek şimdiki
çalışmamızın dışında kalmaktadır. Ayrıca böyle bir
araştırma için özellikle Kur’an’da bilgi kavramı ve ilgili
diğer kavramlar üzerinde dikkatli bir çalışma yapmış olmak
gerekmektedir. Biz 1986 yılında Kur’an’da ilm
kelimesi üzerine 5-6 aylık kısa bir çalışma yapmıştık.
İlgili ayetler[8] üzerinde yaptığımız bu çalışmadan
edindiğimiz bilgileri şöyle özetleyebiliriz:
1)
Her şeyden önce, Kur’an’daki ilm
(= bilgi) kavramı
gene Kitap'taki hakk
(=gerçeklik) kavramına dayanmaktadır. Gerçekliğin bütün
olması, bilgiyi de bölünmez bir bütünlük arzeden bir kavram
olarak karşımıza çıkarmaktadır. Bu açıdan bu günkü
müslümanların ilm
kavramı ile Kur’an’daki kavram arasında kesin bir ayrılık
görülmektedir.
2)
Kur’an’daki ilm
(= bilgi) kavramı bütün ilimleri kapsamaktadır ki buna hangi
soyutluk düzeyinde olursa olsun gerçekliği yansıtan bütün
bilimler de dahildir.
3)
Kur’an’da ilm
kelimesi, hakk
(= gerçeklik) ile bağlantılı olduğundan doğru bilgi - yanlış
bilgi şeklinde bir sıfatlandırmaya yer vermemekte, buna karşılık
‘bilgisi var’ veya ’bilgisi yok’ anlamında
kullanılabilmektedir. (Bakınız ayetler: En’am
6/108, En’am 6/119, Rum 30/29)
4)
Kur’an’daki ilm
kelimesinin kullanımı
insanların bilgisinin sınırlarından bahsetmeye imkan vermektedir.
İlgili ayetlerde insanların bazı gerçekleri bir bilgi (= ilm)
ile kavrayabilecek kabiliyette oldukları halde bunları
kavrayamadıklarından bahsedilmektedir. (Neml
27/84)
5)
Kur’an’da
Allah'ın (c.c.) her şeyi bir bilgi ile çevrelemiş veya kuşatmış
(= vesia)
olduğu belirtilmektedir ki bu, bilginin bütün bir uzaya dağılmış
olduğu manasına gelebilir. (En’am 6/80)
6)
Kur’an’da ayrıca ‘Allah katından bir ilm’
ifadesi de geçmektedir
ve bunun, bütün uzaya dağılmış olan bilgiden ayrı bir bilgi
olduğu anlaşılmaktadır. (Kehf
18/65)
7)
Allah'ın (c.c.) her şeye gücünün yeter olduğu insanlar
tarafından bilinebilir. (Talak
65/12)
8)
‘Bilmek’ (= ‘alime)
fiili hem tek tek insanlar hem
de ‘bilen bir ulus’ ifadesi içinde insan toplulukları için
kullanılabilmektedir (Bakara
2/230, En’am 6/97, A’raf 7/32).
9)
Bilenlerle bilmeyenler bir değildir. (Zümer
39/9)
Özet
olarak aldığımız bilgi kavramı etrafındaki bu kavramsal yapı,
Kur’an’da daha geniş bir kavramsal örgünün sadece bir kısmını
oluşturmaktadır. Müslümanlar için bilginin önemi ve
gerekliliği, insan olmanın bir gereği olarak karşımıza
çıkmaktadır. İnsan, kendi kabiliyetlerinin ve sorumluluklarının
nereye kadar uzandığını ancak
bir bilgi ile idrak edebilir.
Kur’an’da
birçok ayette bilgi sahiplerinden büyük övgü ile bahsedildiğini
görüyoruz. Bunlardan sadece birkaçını hatırlayalım:
“Göklerin
ve yerin yaratılışında (= fi halkis semavati vel ard), gece ile
gündüzün gidip gelişinde anlayış sahipleri (= ulil elbab) için
işaretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde
yatarken Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışı
üzerinde düşünürler (= ve yetefekkerune fi halk-is semavati vel
ard) [ve şöyle derler]:
‘Rabbimiz, bütün bunları boşuna [hayal olarak] yaratmadın; Sen
yücesin, bizi ateş azabından koru!’” (Al-i İmran 3/190-191)
Görüldüğü
gibi bu ayetlerde, Allah’ı (c.c.) hatırlamak göklerin ve yerin
yaratılışı üzerine derinlemesine düşünmekle (= tefekkür
etmekle) bir arada ifade edilmektedir. Yani, Allah’ı (c.c.) anmak
nasıl bir kulluk görevi ise, göklerin ve yerin yaratılışı
üzerinde düşünmek de bir kulluk görevi olmaktadır. Aşağıdaki
iki ayette de bilen insanların Allah (c.c.) katındaki durumlarını
ifade edilmektedir:
“Kulları
içinde Allah’tan korkanlar (O’na en çok saygı duyanlar)
alimlerdir (= innema yahşallahe min ibadihil ulema).” (Fatır
35/28)
“Allah,
kendisinden başka tanrı (ilah) olmadığına şahiddir; O ve
melekler, ve insaf üzere olan ilim sahipleri de (= ve ulül ilmu
kaimen bil kıst).” (Al-i İmran 3/18)
Görüldüğü
gibi, bu son ayette Allah (c.c.), kendisi ve meleklerle birlikte
insaf sahibi alimleri bir arada zikretmekle bilen bir insanın ne
kadar değerli olduğunu bize hatırlatmaktadır. Bir insan için
bundan daha şerefli bir mevki düşünülemez.
3. İlmin Önemi
ve Gerekliliği
Galaksilerin
ve hatta güneş sisteminin astronomik boyutları göz önüne
alındığında halen küçük bir gezegen üzerinde sınırlı bir
zaman ve mekan içinde yaşayan insanı yüz milyarlarca galaksiyi
içine alan geniş bir uzay içinde bu kadar önemli kılan şey
nedir? İslam'ın getirdiği kavram sistemi içinde bu soruya
verilebilecek cevap şu olabilir: İnsanı önemli kılan, Allah'ın
(c.c.) ona yarattıkları içinde üstün bazı
özellikler vermiş olmasıdır. Bu özelliklerin başında insanın
sahip olduğu üstün bir öğrenme ve düşünme kabiliyetini
belirtmemiz gerekiyor, ki insan bu kabiliyetini kullanarak
gerçeklikle bağlantı kurabilir.
İnanan
insan açısından ilmin en önemli sorularından biri şudur: ‘Allah
gökleri ve yeri nasıl yönetmektedir?’ Buna bağlı bir diğer
soru da şudur: ‘İnsan zihni acaba Allah'ın gökleri ve yeri
nasıl yönettiğini kavrayabilir mi?’ Okuyuculara belki sürpriz
gibi gelecek ama, bu her iki sorunun da cevabı
olduğu gibi, ikinci sorunun da cevabı ‘evet’dir. Bu soruların
cevapları Kur’an’da şöyle verilmektedir:
"Onlar
göklerin ve yerin yönetimi
üzerinde ve Allah'ın yarattığı şeyler üzerinde düşünmediler
mi? (= evelem yenzuru fi melekutis-semavati
vel ard)." (A’raf 7/185)
"Allah
O'dur ki, yedi göğü ve yerden da onun mislini yarattı; emr
bunlar arasından indirilir ki, Allah'ın her şeye gücü yeter
olduğunu ve Allah'ın kesin olarak her şeyi bir ilm
ile kuşatmış olduğunu bilesiniz." (Talak 65/12)
Görüldüğü
gibi yukarıdaki ilk ayette insanlar, göklerin ve yerin yönetimi,
yani bunlarda meydana gelen olayların hangi nizam ve prensiplere
bağlı olarak gerçekleştiği üzerinde sistematik düşünmeye
sevkedilmektedir. Bu ayetteki yenzuru
fi
ifadesi hem gözlem hem düşünme
manalarını ihtiva etmektedir, ki klasik devir İslam düşüncesinde
‘nazariye’, yani ‘teori’ kelimesi buradan türetilmittir.
Buna göre nazara
fi
ifadesi sistematik gözleme dayalı düşünme faaliyeti olarak
anlaşılabilir.
İkinci
ayette ise ‘göklerin ve yerin yönetimi’nde temel kavram olarak
ortaya çıkan emr
kavramının ilm
kavramı ile nasıl yakından ilgili olduğunu görüyoruz. Bu
ayetteki ‘bilesiniz’ ifadesi, ile Allah'ın (c.c.), emri ile
göklerde ve yerdeki olayları nasıl bilgisi ve denetimi altında
tuttuğunun insanlar tarafından bilinebileceği vurgulanmaktadır.
Dikkat
edilirse yukarıda geçen: ‘Allah gökleri ve yeri nasıl
yönetmektedir?’ sorusu daha dar bir anlamda fizik bilimleriyle
uğraşan bilim adamlarının da sorusudur[9]: Tabiatta düzenli
olarak meydana gelen olaylar nasıl gerçekleşmektedir? Tabiatta
görülen bu düzenlilik nasıl ne zaman ve nasıl başlamıştır?
Bu konuya aşağıda tekrar döneceğiz.
İşte
İslam medeniyetinin klasik döneminde müslümanlar, bu
motivasyonlarla kendilerini ve içinde yaşadıkları alemi anlamaya
yönelmişlerdir. Matematik, mantık, fizik, kimya, astronomi,
zooloji, botanik gibi bilimlerle ve felsefeyle uğraşmalarının
temelindeki gaye budur. İslam'da ilme, öğrenmeye ve düşünmeye
verilen önem, aslında insana verilen önemin bir işaretidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’an vasıtasıyla müslümanlara ilmin
önemini, öğrenmeyi ve düşünmeyi öğretmiştir. Müslümanlar
da kendilerinden önceki kültür ve medeniyetlerin eserlerini de
inceleyerek 8-12. yüzyıllarda yazmış oldukları eserlerle
Avrupa'da
diğer insanlara içinde yaşadıkları dünya hakkında nasıl
düşünüleceğini öğretmişlerdir. Ne yazık ki müslümanlar,
kavram sistemlerinde meydana gelen bozulmalara bağlı olarak 12.
yüzyıldan itibaren bilim konusundaki motivasyonlarını giderek
kaybetmişler, bunun
sonucu olarak da, daha sonraki yüzyıllarda bilim alanındaki
faaliyetleri azalmış ve durmuştur. Öğrenme ve araştırma
geleneği açısından müslümanların bu gün içinde bulundukları
durum klasik dönem İslam medeniyetiyle büyük bir tezat teşkil
etmektedir. Bir
dizi diğer kavramın bozulmasıyla birlikte bilgi (= ilm)
kavramı da önemini kaybetmiş, bunun yerine başka bazı kavramlar
önem ve öncelik kazanmıştır.
4. İslamda
Bilgi ve Bilim Motivasyonu
Klasik dönem
İslam uygarlığında ilm kavramının önemi konusunda meşhur
şarkiyatçı Franz Rosenthal şunları söylemektedir[10]:
‘Bilgi
kavramının insan ve toplum hayatında Klasik Devir İslam
uygarlığındaki kadar merkezi bir önem taşıdığı - şimdiki
Batı uygarlığı da dahil - başka bir uygarlık olmamıştır.’
Denilebilir
ki, doğru düşünme, doğru bilgiler, doğru bir kavram sistemi, ve
doğru gözlem ve çıkarım metotları üzerine gelişir. Doğru
düşünme buluşlara ve yeni ve güvenilir bilgilere ulaşmayı
sağladığı için araştırmada motivasyonu olumlu yönde etkiler.
Doğru bilgiler
ise doğru bir kavram sistemi üzerine kurulur. Bu nedenle, bilginin
gelişmesinde, bunun üzerine kurulduğu kavramlar yapısının
etkisi büyüktür.
İslam'ın
doğuşu ile öğrenmeye yönelik davranışların gelişmesi, hatta
bunun bir araştırma ve öğrenme kampanyası haline dönüşmesi,
tarihte çok kısa sayılacak bir süre içinde bilim faaliyetlerinin
gelişmesine yol açmıştır. Öğrenme kampanyası daha Medine
döneminde başlamıştır. Hicretten kısa bir süre sonra
müslümanlar çocuklarının düzenli eğitimi için Medine’de
bir
okul açmışlarıdır. İşte bu öğrenme kampanyası daha sonra da
müslümanların, savaşlarda ele geçirdikleri esirleri kendi
çocuklarına okuma-yazma öğretmelerine karşılık serbest bırakma
gibi, o zamana kadar hayal bile edilemeyecek boyutlara ulaşmıştı[11].
Bu
dönemde müslümanlar öğrenmeyi, ilm sahibi olmayı başlıca
insanlık görevi (ibadet) saymaktaydılar.
Bu
tür bir kavramsal dönüşüm ve buna paralel olarak gelişen
öğrenme kampanyası bilimsel gelişme yönünde yüz yıldan kısa
bir zaman süresi içinde, Emeviler zamanında sonuçlarını vermeye
başladı. Bu bilimsel gelişme daha sonraki Abbasiler döneminde
(750-1254), özellikle de Abbasi hükümdarı Harun Reşid zamanında
kurulan Beytül Hikme ile daha da güçlenerek devam etti[12]. Adeta
bir bilimler akademisi gibi çalışan ve bilim tarihinde müstesna
bir yeri olan bu müessesede, masal ve şiir kitaplarından tıb,
geometri, astronomi, mantık ve felsefeye kadar eski kültürlerin
bütün eserlerinin Arapça’ya tercüme edildiği bu merkez, çok
kısa zamanda orijinal bilimsel çalışmaların
merkezi haline gelmişti.
Emevi
prenslerinden Halid bin Yezid (665-704), Horasan'lı Cabir bin Hayyan
(y 721-805), Zünnun-u Mısri (ö. 860), Razi (860-925), İbni Sina
(980-1037) ve El Mecriti'nin (ö. 1007) modern kimyanın temeli
sayılabilecek deneysel çalışmalar yaptığını görüyoruz. Daha
sonra fizikte Kindi (y 796-872) ve gene fizikte optik alanındaki
araştırmaları ile bilinen İbni Heysem (y 965-1051); Matematikte
Harezmi (y 780-850) ve Sabit bin Kurra (y 834-901); zoolojide Cahiz
(y 776-869); astronomide
İbni Heysem (y 965-1051), Beyruni (y 973-1051), Zerkali (1029-1087),
Nasreddin Tusi (ö. 1274) ve İbni Şatır (ö. 1375); tıpda Razi
(y 864-925) ve İbni Sina (y 980-1037); ve tıp, fizik ve felsefede
İbni Rüşd (1126-1198) gibi müslüman bilginleri bu dönemin
önde gelen isimleri arasında sayabiliriz[13]. Bu dönemde
müslümanların kimya, fizik ve matematik alanındaki önemli
katkılarına kısaca bir göz atalım.
Kimya
biliminin gelişmesine müslümanların katkısı birkaç bakımdan
önemlidir. Birincisi, ilk defa Cabir bin Hayyan'ın eserlerinde
görüldüğü gibi, müslümanlar kimyasal cisimlerin, bir dizi
temel özelliğin belli oranlarda birleşiminden meydana geldiğini,
ve eski Yunanlıların bu konudaki düşüncelerinin aksine, bu temel
özelliklerin ayrıştırılarak belli oranlarda
tekrar birleştirilebileceğini ve böylelikle yeni cisimler meydana
getirilebileceğini düşünmüşerdir[14]. Bu ise kimyaya hem
analitik, hem de sentetik bir araştırma metodu getirmektedir.
İkincisi, cisimlerde bu özelliklerin belli bir denge (= mizan)
içersinde
bulunduğunu öne sürmüş olmalarıdır[14, s.66]. Üçüncüsü,
ve belki de en önemlisi, yaptıkları deneylerin tasvirlerinde
modern bir kimya deneyinin bütün unsurlarını görmek mümkündür.
Mesela El Mecriti'nin civanın oksitlenmesi üzerine yaptığı
deneyde,
klasik bir kimyasal reaksiyonda olması gereken hemen her şey
bulunmaktadır[14, s.71], ki bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
a) reaksiyona giren maddeler, b) miktarları, c) reaksiyon şartları,
d) reaksiyon sonunda elde edilen maddeler, ve e) miktarlari. Bunun
kimya biliminin gelişmesinde çok önemli bir aşama olduğunu kabul
etmek gerekiyor. Bu devirden kalma başka birçok deney tasvirlerinde
de aynı yaklaşımı görüyoruz.
Fizik
alanında İbni Heysem'in parabolik ve küresel aynalar, mercekler ve
ışığın kırılması konusundaki araştırmaları daha sonraları
klasik fizikte optiğin temellerini oluşturmuştur. İbni Heysem
ışığın az yoğun ortamdan çok yoğun ortama geçerken
kırılmasını incelemiş ve ışığın kırılma kanununu
bulmuştur[15]. Bu ise Arşimed'in adıyla bilinen
kanundan sonra fizikte bulunan ilk kanundur.
Müslümanların
dolaylı olarak klasik fiziğin gelişmesine en büyük katkısı
matematikte cebiri bulmuş olmaları ile gerçekleşmiştir
diyebiliriz. Harezmi'nin (780-850) matematik problemlerin çözümünde
sabit sayılar yerine bilinmeyenleri kullanması ve karmaşık
aritmetik problemleri bilinmeyenli eşitlikler şeklinde ifade etmesi
matematik tarihinin en önemli soyutlamalarından biri sayılmaktadır.
Matematik tarihinde ilk soyutlama, sayıların ve sıfırın
bulunması olarak
kabul edilmektedir. İkinci soyutlama, Tales (m.ö. 640-546) ve Öklid
(m.ö. 4. yüzyıl) gibi İyon ve Helen dönemi matematikçileri
tarafından, eski Mısır medeniyetinde geliştirilmiş olan pratik
geometrinin incelenerek bir aksiyom sistemi haline getirilmesidir.
Harezmi'nin cebiri icadından sonra, 16. yüzyılda Newton ve Leibniz
tarafından fonksiyon kavramının geliştirilmesi ise matematikte
sekiz yüzyıllık bir aradan sonra gerçekleştirilen dördüncü
büyük soyutlama olarak karşımıza çıkmaktadır. Cebirle
müslümanlar,
eski Yunanlıların aksine, aritmetik problemlerinin geometrik
yollarla değil, cebir denklemleriyle nasıl çözülebileceğini
göstermiş oluyorlardı. Cebirden başka trigonometri ve analitik
geometriyi de müslümanların geliştirdiği bilinmektedir. Cebir ve
analitik
geometri olmadan yüksek matematiğin ve klasik mekaniğin gelişmesi,
ve dolayısıyla sanayi devrimi mümkün olamazdı.
Astronomide
ise müslümanların Galile ve Kopernik gibi Batılı fizikçilerden
çok daha önce güneş merkezli sistemi ve dünyanın yuvarlaklığını
düşünmüş ve bu konularda ölçmeler yapmış olduklarını
biliyoruz[3]. Müslümanların modern bilimin gelişmesine en büyük
katkısı, deney gözlem ve ölçmeye dayanan bir araştırma
metodolojisi geliştirmeleri olmuştur. Müslümanlar Batlamyus'un
(Ptolemy) yer merkezli
astronomik modeline karşı yeni ve daha doğru bir model geliştirmek
amacıyla İbni Heysem'le (y.965-1051) bilim tarihinde ilk araştırma
programını başlatmışlardı[3, s. 47-90]. İbni Heysem’den
yüzyıl kadar sonra batıda Merakeş’te İbn Tufeyl ile
gençliğinde
astronomik gözlemler yapmış olan İbn Rüşd’ün (1126-1198)
Batlamyus’un, gezegenlerin yörüngeleri için öngördüğü
astronomik modelininin fiziksel gerçeklere uymadığını ve mutlaka
yeni bir astronomi modeli geliştirilmesi gerektiğini açıkça
söylemesi yeni
araştırmalara yön verici olmuştur. İbn Rüşd’ün bu konudaki
sözleri şöyledir[16,
s. 30]:
“Matematik
bilimlerde, eksantrik ve episaykıl gibi şeylerin olduğuna
inanmamızı sağlayacak hiçbirşey bulamıyoruz. Astronomi
bilginleri bu yörüngelerin varlığını bir prensip olarak öne
sürüyorlar ve sonra da bunlardan duyularımızla algılayacağımız
birtakım sonuçlar çıkartıyorlar. Halbuki vardıkları bu
sonuçlar hiçbir şekilde kullandıkları prensiplerin zorunlu
olduğunu göstermez. ... Dahası, bu gökbilimcilerin öne
sürdükleri
prensiplerden ortaya çıkan sonuçları göz önüne aldığınızda
bunlardan, esas ve zorunlu olarak gök cisimlerinin hareketinin bu
şekilde olması gerektiğine dair hiçbir şey bulamazsınız.
Bilinmez bir takım prensipler ortaya atıp bunlardan bilinen bir
takım
sonuçlar çıkarmakla bu astronomlar batıl bir kabulde bulunmuş
oluyorlar.”
İbn
Rüşd bu durumdaki bir astronomi teorisini kabul edemiyordu. Ona
göre gök cisimlerinin hareketleri fizik prensiplerine
dayandırılmalıydı ve bunlar da Aristo'nun (Aristotle) ortaya
koyduğu fizik prensipleri olmalıydı [16,
s.31]:
"Şu
halde gökbilimci öyle bir astronomi sistemi geliştirmelidir ki,
gök cisimlerinin hareketi bundan çıkarılabilmeli ve bunda fizik
açısından imkansız olan bir husus bulunmamalıdır... Batlamyus,
astronominin doğru temellerini görememiştir... Episaykıl ve
eksantrikler [fizik
prensipleri açısından]
mümkün değildir. İşte bu nedenle biz, fiziğin prensipleri
üzerine kurulacak gerçek bir astronomi üzerinde çalışmalarımızı
yoğunlaştırmalıyız... Doğrusunu söylemek gerekirse,
zamanımızda astronomi diye birşey yoktur; elimizdeki [Batlamyus
modeli], hesaplara uyan fakat gerçeklere uymayan birşeydir."
Bu
şekilde İbni Heysem’le başlayan ve İbn Rüşd ile kesin
çerçevesi çizilen araştırma programı daha sonra batı İslam
dünyasında İbni Rüşd’ün öğrencisi Bitruci (1200ler), doğuda
da Nasreddin Tusi (ö. 1274) İbni Şatır (ö. 1375) gibi müslüman
astronomlar tarafından sürdürülerek sonunda güneş merkezli
modele eşdeğer bir model geliştirilmişti. (Bunlardan Tusi'nin (ö.
1274) çizimleri Kopernik'in (1473-1543) kitaplarına referans
göstermeden girmiştir [3, s. 55-58].)
Bilim
tarihçisi Huff’a göre bilim tarihinde ilk defa Müslümanlar
matematiği bu araştırma programında kullanmışlardır. Özetle,
Ortaçağ'da müslümanlar, dünya tarihinde ilk defa deney, gözlem
ve ölçme ile mantıksal ve matematiksel düşünceyi birleştiren
bir araştırma geleneği oluşturmuşlardır.
Müslümanların
bilim alanında 8-12. yüzyıllarda yaptıkları çalışmaları 16.
yüzyıldan günümüze kadar Avrupa'daki bilimsel gelişmelerle
karşılaştırdığımız zaman bunların sonuçları itibarıyla
elbette sönük kaldığını görüyoruz. Ancak onların bu
yüzyıllarda bilim alanındaki başarıları dünyanın öteki
uygarlıklarının (Çin, Hind, ve Avrupa) aynı yüzyıllarda bilim
alanında neler
yaptıklarıyla karşılaştırılarak değerlendirilmelidir. ‘İslam
ve Bilim’ tartışmalarında genellikle yapılan metodoloji hatası,
bu karşılaştırmalı değerlendirme prensibinin göz önünde
bulundurulmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, Avrupalıların
müslümanlar
tarafından geliştirilmiş olan ve deney, gözlem ve ölçmeye
dayanan, kullanıma hazır bir araştırma metodolojisini
devraldıklarını da göz önünde bulundurmamız gerekiyor.
Burada
hemen şu soru karşımıza çıkmaktadır: Özellikle 8-12.
yüzyıllarda müslümanlar Fizik, Kimya, Astronomi gibi klasik
bilimlerin temelini oluşturacak sistematik çalışmalar yapmış
oldukları halde neden 12. yüzyıldan sonra bu çalışmalarını
aynı tempoda devam ettiremediler? İslam tarihinde neler oldu da
bilimsel-felsefi çalışmalar giderek
müslümanların ilgi alanı dışına çıktı? Ne gibi psikolojik,
sosyal, iktisadi, hukuki ve siyasi etkenler müslümanları bu alanda
çalışmaktan uzaklaştırdı? İşte ‘İslam ve Bilim’
konusunda asıl sorulması gereken sorular bunlardır.
Müslümanların
bilim alanında bu kadar parlak bir başlangıç yaptıktan sonra
neden bu alanda duraklamaya ve hatta gerilemeye gittikleri Katip
Çelebi'den günümüze birçok müslüman tarihçi ve yazar
tarafından açıklanmaya çalışılmıştır. Öne sürülen bu
açıklamalar genellikle 12. yüzyıldaki Haçlı Seferleri ve 13.
yüzyıldaki Moğol istilasının getirdiği tahribat (kütüphanelerin
yakılıp yıkılması, ilim adamlarının öldürülmesi, vs), gibi
siyasi nedenlere, veya coğrafi keşifler yoluyla İpek Yolu'nun
önemini kaybederek zenginliğin İslam devletlerinden
Avrupa'ya kayması gibi ekonomik sebeplere dayandırılmaktadır. Bu
tür açıklamalarda belli bir gerçek payı olduğunu kabul
edebiliriz.
Karşılaştırmalı
bilim tarihinin önde gelen isimlerinden Huff [3] müslümanların,
Ortaçağ'da bilim alanında parlak bir başlangıç yaptıktan ve
kısa zamanda bu alanda dünyada Çin, Hindistan ve Batı ile
karşılaştırıldığında tartışmasız üstünlüğe ulaştıktan
sonra 12. yüzyıldan itibaren bilimde gerilemelerinin sebeplerini
birbirine bağlı birkaç açıdan incelemektedir. Bunlardan
biri, bilim adamının toplumdaki rolü, ikincisi bilim adamının
tabiat hakkındaki temel inançları, üçüncüsü ise bilimin
gelişmesini sağlayacak sosyal ve hukuki kurumlaşmalardır.
Bilim
adamının toplumdaki rolünü incelerken Huff, Ortaçağ İslam
toplumunda etki sırasına göre aydınları üç gurupta
toplamaktadır: fukaha (hukukçular), kelamcılar ve felsefeciler.
Modern bilimin gelişmesine öncülük eden felsefecilere örnek
olarak Kindi, Farabi, Razi, İbni Sina, Beyruni ve İbni Rüşd'ü
saymaktadır. Bunlar arasında,
kelamcıların hedefi haline gelen felsefecilerin toplum içindeki
etkilerini tamamen kaybettiklerini belirtmektedir. Bu dönemde
kelamcılar felsefecileri toplumdan tecrit etmede Gazali ve İbni
Teymiye'nin felsefeciler hakkındaki görüşlerini kullanmışlardır.
Huff, fukahanın da kelamcıları zaman zaman çok sert eleştirilere
tabi tuttuklarını ifade etmektedir. Huff'a göre, Ortaçağ İslam
toplumunda bilim faaliyetlerini sürdüren kişilerin bu
çalışmalarını toplum içinde meşru kılacak tarif edilmiş,
belli bir sosyal
rolleri yoktu. Bilim ve felsefeyle uğraşan kişiler çoğu zaman
toplumda kabul edilmiş ek bir göreve sahiptiler. Mesela İbni Rüşd
bir hukukçu olarak, İbni Şatır bir muvakkit olarak görev
yapmaktaydılar.
Bilim
adamının tabiat hakkındaki temel inançları açısından ise Huff
şunları nakletmektedir: Bilimsel araştırma ‘baştan kabul
edilmesi mutlaka gerekli’ bir dizi prensibe dayanır. Bu
prensiplerden bazıları şunlardır: 1) Tabiattaki olayların nasıl
meydana geldiği rasyonel ve objektif bir araştırma ile
anlaşılabilir.
2) Böyle bir araştırmada deneysel bir metodoloji kullanılmalıdır.
3) Tabiatın işleyişini araştıran araştırıcı metodik ve
ihtiyatlı bir yaklaşım içinde olmalıdır. 4) Araştırıcı,
araştırma konusunda otoritelerin görüşlerine değil, verilerin
rasyonel
sonuçlarına itibar etmelidir. 5) Bilim adamı sistematik bir şüphe
ile olayları incelemeli ve gerektiğinde hükmünü
geciktirebilmelidir. Ortaçağ İslam dünyasında Kelamcıların
savunduğu görüşler tabiattaki düzenliliği en azından belirsiz
hale getirdiği için,
yukarıda prensipler çerçevesinde bir bilimsel araştırmayı
anlamsız hale getiriyordu.
Son
olarak, Huff'a göre Ortaçağ İslam dünyasında bilim adamlarının
faaliyetlerini destekleyecek sosyal ve hukuki kurumlar gelişmedi.
Medreseler başlangıçta bazı bilim alanlarında da (mesela tıpta)
faaliyet gösteriyorlardı, ancak daha sonra bunlarda fıkıh,
tefsir, mantık ve kelam gibi formel bilimler dışında eğitim
yapılamaz hale geldi. Medreselerin eğitim sistemi de fakülte
organizasyonundan çok ferdi sisteme dayanıyordu.
Avrupa'da 12 yüzyıldan sonra üniversitelerin kendi hukukunu yapıp,
kendi eğitim programlarını tesbit ve tatbik edebilme özerkliğine
karşılık, medreselerin ders programları genel olarak bunların
bağlı olduğu vakıflar tarafından tesbit ediliyordu. Vakıflar
da ‘İslam dışı’ sayılan bilimlere itibar etmediği için,
bir müddet sonra bilim çalışmaları sosyal ve hukuki destekten
mahrum ferdi çalışmalara münhasır kaldı.
Görüldüğü
gibi Huff, müslümanların parlak bir başlangıçtan sonra bilimsel
çalışmalarını devam ettirememelerini, ağırlıklı olarak
onların sosyal kurumlaşma ve hukuki özerklik alanındaki
başarısızlıklarına dayandırmaktadır. Biz ise sosyal ve hukuki
sebeplerin de gerisinde, 11. yüzyılda müslümanların temel kavram
sisteminde meydana gelen bozulmaların
bu gelişmeye engel olduğunu söylüyoruz.
İslam
bilim tarihinde meydana gelen bu kadar önemli bir değişimin
yalnızca siyasi, sosyal ve ekonomik sebeplerle açıklanması
ötedenberi bizi pek tatmin etmiyordu. Bu kadar büyük bir dönüşümün
daha temel sebepleri olması gerektiğini düşünüyor, fakat
bunların neler olabileceğini bilmiyorduk. Yıllar sonra, 1986’da
Londra'da doktora çalışması yaptığımız sıralarda bir
tartışmada bu günkü müslümanların akl
ve ilm
gibi Kur’an’da geçen bazı kavramları yerinde kullanıp
kullanmadığı sorusu gündeme geldi. Bu çerçevede Kur’an’da
akl
kelimesi üzerine yaptığımız üç aylık bir çalışmada bu
kelimenin bu günkü müslümanlar tarafından Kur’an’dakinden
oldukça farklı bir şekilde kullanıldığını tesbit ettik. Daha
sonra, ‘Emr
Kelime
Manzumesi’ adını vediğimiz bir dizi kavram üzerine yaptığımız
çalışmalar sırasında, Kur’an’da fiziksel olayların
açıklamasına temel teşkil edecek, ve fakat günümüz
müslümanlarının düşünmeden geçtiği bir dizi kelime
bulunduğunu gördük[17].
Bu
kelimelerin
8. yüzyıldan 12. yüzyıla kadarki dönemde, yani Kindi'den İbni
Rüşd'e kadar bir çok İslam düşünürünün eserlerinde değişik
şekillerde de olsa yer aldığını tesbit ettik. Fakat ne yazık ki
bu düşünürler de kendi nazari (teorik) düşüncelerini
Kur’an’daki
zengin
kelimeler örgüsü yerine, çoğu zaman eski Yunan düşünürlerinin
getirdiği kavram sistemi üzerinde ifade etmişlerdir.
Bu
konu üzerindeki araştırmalarımız İslam düşünce tarihi içinde
oluşmuş ciddi bir kavramsal bozulmanın işaretlerini veriyordu.
Eğer müslümanlar Kur’an’da ifadesini bulan ve başlangıçta
kazanmış oldukları kavram sistemini terketmemiş olsalardı bilim
alanındaki motivasyonlarını kaybetmeyecekler, ve bu alandaki
çalışmalarını devam ettirmelerini sağlayacak sosyal
kurumlaşmayı ve hukuki düzenlemeleri
de gerçekleştirebileceklerdi. Aşağıdaki bölümde bu kavramsal
bozulma ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.
5. Kavramsal
Bozulma: 11. Yüzyılda İlm Kavramının Bölünmesi
İslam
düşünce tarihi içinde en dikkate değer ilk kavramsal bozulma ilm
(=
bilgi) kavramı üzerinde gerçekleşmiştir diyebiliriz. 1986
yılında İslam'da ilm
kavramı üzerine yaptığımız bir araştırmada gerek Kur’an’da
gerekse 6 hadis kitabında ‘din ilmi’ (= ilm-üd
din)
diye bir isim tamlamasına raslayamamıştık. Buradan da İslam
tarihinde ‘din ilmi’ - ‘dünya ilmi’ şeklinde bir kavramsal
bölünmenin, hadislerin toplandığı 9. yüzyıldan sonra ortaya
çıkmış olduğu anlaşılıyordu. Kur’an’da hakk
(=
gerçeklik) kelimesi ile alakası dolayısıyla ayetlerde bir
bütünlük içinde geçen ilm
kavramının iki ayrı kavrama dönüşmesi, esas olarak 11. yüzyılda
tamamlanmıştır diyebiliriz.
Bu
noktada ‘din ilmi - dünya ilmi’ nitelenesinin ilimlerin
sınıflandırılması zorunluluğuyla ortaya çıkmış olabileceği
ileri sürülebilir. Biz bu bölünmenin ilimlerin sınıflandırılması
ile ilgili bir ihtiyaçtan çok, 10. yüzyıl Eş’ari Kelamcıları
tarafından belli amaçlarla oluşturulduğunu düşünüyoruz. Bu
amaçlar, müslümanları yanlış düşünce ve inançlardan koruma
gibi niyetler ihtiva etmiş olsa bile, böyle bir kavramsal
değişikliği
yapmaya hakları olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Çünkü,
müslümanların lisanı ile gerçeklik arasındaki alakanın
temelini teşkil eden Kur’an’daki kelimeler ve bunların meydana
getirdiği tutarlı ve çok zengin bir kavramsal yapı yerine,
basitleştirici
ve tutarsız bir takım kavramı getirmişlerdir. Getirilen
kavramların basitleştirici olması, Kur’an’daki bilgi
kavramının gerçekliği ifade eden her türlü bilgiyi ihtiva
etmesinden, çelişkili olması da bunun gerçekliği inkar etme
sonucunu getirmesindendir.
Bu kavramsal bölünmenin daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkan
sonuçlarını da gözönünde bulundurduğumuzda bunun yanlışlığı
inkar edilemeyecek şekilde karşımızda durmaktadır.
İlmin
‘din ilmi’ - ‘dünya ilmi’" şeklinde ikiye bölünmesi
beraberinde, ‘dünya ilmi’ sayılan fizik, kimya, astronomi,
matematik ve mantık gibi bilimlerin gerekliliğinin tartışılmasına
yol açmıştır. Önceleri bu bilimlerin ‘din’ ile
olumlu-olumsuz bir ilgisi olmadığı öne sürülmüş[18], daha
sonra ise bunların gereksiz olduğu anlayışı yavaş
yavaş müslümanların zihnine yerleşmeye başlamıştır. Bu
bilimlerle uğraşan müslümanlar da, önceleri halk ve hükümdarlar
tarafından destek görürken, artık toplumdan destek görmemeye,
hatta tecrit edilmeye başlanmıştır.
Örnek
olarak, 12 yüzyılda Endülüs'te baş kadı (= şeyhülislam)
görevi yapan ve aynı zamanda Halife'nin doktoru olan İbni Rüşd'ün
bilim-felsefe konusundaki eserleri yüzünden, siyasi otoritede güç
sahibi olmaya başlamış olan Kelamcılar tarafından idam talebiyle
cezalandırılmak istenmesi, kitaplarının
yakılması, ve ancak daha önceki hizmetlerinden dolayı Halife
tarafından idam edilmekten kurtarılarak güç bela Kuzey Afrika'ya
gönderilmesini gösterebiliriz. İslam tarihinde bilim adamlarına
Engizisyon boyutlarında tepki pek görülmemiştir, ama ‘dünya
ilmi’ sayılan bilim ve felsefenin siyasi gücü paylaşan
Kelamcılar tarafından küçümsenmesinin ve inkarının bu alanda
müslümanların motivasyonunu çok olumsuz yönde etkilemiş
olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Öte
yandan, Klasik Devirde yaşamış olan müslüman felsefeciler de
gerçeklikle ilgili bazı görüşlerini Eflatun ve Aristo gibi eski
Yunan felsefecilerinden aldıkları kavramlar üzerine kurmuşlardır.
Felsefeciler ve kelamcılar, bütün bir gerçeklik hakkında
Kur’an’daki zengin kavramlar örgüsünün yerine
vücud
(= varlık), ezel,
ve akıl
gibi tartışmalı kavramlar yanında külli
ve cüz’i
gibi mantıksal kavramları kelam ve felsefe tartışmalarına
sokmuşlardır. Felsefecilerle kelamcılar arasındaki sonu gelmez
tartışmalarda kelamcılar da bir takım diyalektik ifadeler içinde,
muarızlarının kullandıkları kavramları onlara karşı
kullanmaktaydılar. Bu durum, Kur’an’dan uzaklaşmış bir kavram
sistemi içinde kendi durumlarını etkili bir şekilde savunamayan
ve kelamcılar karşısında siyasi bakımdan da zayıf durumda kalan
felsefecilerin
giderek toplumlarından tecrit edilmelerine yol açmıştır. Klasik
devirde müslümanların bilimlere en orijinal katkılarının cebir
ve kimya alanında olması tesadüfi değildir, çünkü bu bilim
alanlarında kullandıkları mikdar
(=ölçü),
mizan
(= denge) ve şey
(= bilinmeyen yerine) gibi kavramlar doğrudan doğruya Kur’an’dan
aldıkları kavramlardı.
Bu
kavramsal bölünmenin sonucu olarak ortaya çıkan tartışmalarda
meselenin en acaip yanı da şudur: Kur’an’da bir bütün olan
ilm
kavramının Kelamcılar tarafından ‘din ilmi - dünya ilmi’
şeklinde ikiye ayrılması, ve daha sonra bunun müslümanlar
arasında genel bir kabul görmesi, İslam dünyasında ilk defa bu
dönemde laikliğin düşünce planında adeta bir doktrin olarak
kabul edilmesi manasına geliyordu. Aradan sekiz
yüzyıl geçtikten sonra müslümanların laikliği hukuki bir
prensip olarak kabul etme durumuyla karşı karşıya kaldıklarında
gösterdikleri tepkinin ne dereceye kadar tutarlı olduğu, 12.
yüzyıldan beri kabul ettikleri kavramsal bölünmeyle yanyana
getirilerek
değerlendirilmelidir.
İslam
düşüncesinde 11. yüzyılda meydana gelen kavramsal bozulma sadece
ilm
kavramını değil ‘yaratılış’ ile ilgili kavramları da
etkilemiştir. Kur’an’daki emr
kavramına dayalı nizam anlayışını terkederek, sürekli ve anlık
yaratılma-yokolma hipotezine dayalı bir nizam anlayışını
benimseyen Kelamcılar ayrıca Kur’an’da yaratma ile ilgili bir
dizi kavramı da bir tek kelimeye, haleka
kelimesine indirgemişlerdir. Böylece Kur’an’da planlamak,
varetmek, oluşturmak, yapmak, şekillendirmek, yerden bitirmek,
yapılandırmak, kurmak gibi anlamlara gelen bir düzine kavramı
(haleka,
ceale, besse, nebete, fetara, benea, nebete, savvere, sevva
gibi kavramları) bir tek kavrama, yaratma (= haleka)
kavramına indirgemişler ve bu şekilde zengin bir kavram sistemini
çok basit ve çelişkili bir kavram sistemine dönüştürmüşlerdir.
Pek tabiidir ki, ancak çok zengin bir kavram sistemi içinde ifade
edilebilecek olaylar, tek kelimeyle ifade edildiğinde içinden
çıkılamaz durumlarla karşılaşılmaktadır.
Kelamcılar,
bu kavramsal indirgemeciliğin sonucu olarak, cisimlerin kendilerine
has özellikleri olduğunu inkar etmek zorunda kalmışlar ve
dolayısıyla fizik, kimya, astronomi gibi bilimlerin gelişmesinde
temel olan nedensellik prensibini de inkar ederek bilimsel
açıklamaları
imkansız hale getiren bir kavramsal yapı içine girmişlerdir.
Halbuki cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğu Kur’an’da
emr
(= yönerge/program) kelimesiyle ilgili ayetlerden açık bir şekilde
anlaşılmaktadır.
Kur’an’da
emr
kelimesi ve türevlerinin
geçtiği 250 kadar ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerin bir kısmı
Allah'ın (c.c.) gökleri ve yeri emri ile nasıl yönettiğini ifade
etmektedir. Gerçekten de gök cisimlerinin hareketlerinden bahseden
ayetlerde bunların göklerin yaratılışı sırasında kendilerine
vahyedilmiş (= yüklenmiş) olan emrlere
(= yönergelere) göre hareket ettikleri açıkca belirtilmektedir:
"Sonra
onları [göğü ve yeri] yedi sema olarak gerçekleştirdi (=kada)
ve her bir semaya [onların] emrini vahyetti." (Fussilet 41/12)
"Güneş,
ay ve yıldızlar O'nun [Allah'ın] emri ile denge durumlarını
korurlar (= musahharat)." (A’raf 7/54, İbrahim 14/33, Nahl
16/12, Hac 22/65)
Bu
ayetlerde hem tekil hem çoğul anlamda geçen emr
kelimesinin gramerinden, emrin
uzay içinde dağılmış, birbiri ile etkileşen bir dizi yönerge,
adeta bir kozmik yazılım (= program) şeklinde anlaşılabileceği
bir kavramsal çerçeve ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede,
fiziksel olayların bunların meydana geldiği mekan içindeki
yönergelerin etkileşimi, birleşimi ve dağılımı
ile belli bir düzen içinde gerçekleşmekte olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak bu kozmik nizam İlahi müdahaleden azade
ve hiç değiştirilemez değildir. Kur’an’da izn
kelimesiyle ilgili ayetlerden anlaşılacağı üzere, Allah (c.c.)
herhangi bir uzay-zaman alanına müdahale edebilir ve onun
özelliklerini yeni emrlerle
(= yönergelerle) değiştirebilir. İşte bu şekilde O, dilediğinde
bir uzay-zaman alanı içinde mevcut emrlerin etkileşimi ile
gerçekleşemeyecek olan bazı olayları gönderdiği emrlerle
gerçekleştirir. Aynı şekilde, O, mevcut emrlerle gerçekleşmesi
gereken olayları da gönderdiği yeni yönergelerle engelleyebilir.
Kur’an’da emr
ve izn
kelimelerinin geçtiği ayetlerden, Allah'ın (c.c) periyodik olarak
gönderdiği yeni emrlerle
(= yönergelerle) bazı olaylara müdahale ettiği açıkça
anlaşılmaktadır[17]. Bizim ‘mucize’ adını verdiğimiz
olaylar kısmen bu çerçeve içinde anlaşılabilir. (‘Kısmen’
diyoruz, çünkü mevcut emr
çerçevesi içinde hangi olayların gerçekleşip hangilerinin
gerçekleşemeyeceğini henüz tam olarak bilemiyoruz.)
Gene
Kur’an’da sahhara
kelimesi ilgili ayetlerde Allah'ın (c.c.), ‘göklerde ve yerde ne
varsa hepsini insanın kullanımına / kontroluna verdiği’
belirtilmektedir:
"Allah'ın
göklerde ve yerde ne varsa sizin kullanımınıza verdiğini (=
sahhara
lekum) görmüyor musunuz?" (Lokman 31/20)
Kur’an'da
emr
kelimesi, izn,
sahhara,
sultan,
kadr,
ve kada
kelimeleri çok dikkate değer bir kavramsal örgü oluşturmaktadır.
Bu konudaki araştırmalarımızın sonuçları ‘İslam'da Bilginin
Temelleri’ isimli kitabımızda ayrıntılı olarak
açıklanmaktadır[17].
11.
yüzyılda Kelamcılar ve Gazali (1058-1111) tarafından cisimlerin
kendilerine has özellikleri olduğunun, ve fiziksel olaylar arasında
sebep-sonuç ilişkisi (= nedensellik) olduğunun inkarı, 12.
yüzyılda, gene bir İslam düşünürü olan İbni Rüşd
(1126-1198) tarafından ayrıntılı bir şekilde
eleştirilmiştir[19]. İbni Rüşd ayrıca, Kelamcıların din -
bilim ayırımının yanlışlığı üzerinde de durmuş ve bu
konuda ‘Fasl el Makal’ isimli bir kitap yazarak din ve bilim
arasındaki
ayrılmazlığı sadece bir İslam düşünürü olarak değil, aynı
zamanda bir İslam hukukçusu olarak mantıki bir örgü içinde
ispatlamaya çalışmıştır[20]. Onun bu konuda müslümanları
ciddi bir şekilde uyarmış olmasına rağmen eserleri kendinden
sonra gelen müslümanlar
tarafından hala tam olarak anlaşılamamış ve
değerlendirilememiştir.
Daha
sonraki yüzyıllarda kavramsal bozulmanın devam etmesi, 12. yüzyıla
kadar geliştirilmiş olan araştırma geleneğinin terkedilmesine
yol açmıştır. (Nedenselliğin ve cisimlerin kendine has
özellikleri olduğunun inkar edildiği bir ortamda klasik fizik ve
kimya araştırmalarının yapılamayacağı açıktır.) Gazali ve
İbni Rüşd arasında, genel olarak bilim-felsefe, ve özel olarak
da nedensellik konularındaki görüş ayrılıkları 15. yüzyılda
Fatih Sultan Mehmet tarafından bir çözüme bağlanmak istenmiş,
ve konu, bu gerekçeyle zamanın bilginlerinden oluşan iki heyetin
tartışmasına açılmıştır. Bu husus tarihçi Osman Turan'ın
tarafından şöyle ifade edilmektedir[21]:
"Devrin
büyük ilim ve
fikir adamlarını etrafinda toplayan Fatih Sultan Mehmed din ile
felsefe arasında devam eden münakaşaları ilmi bir esasa bağlamak
ve bu mevzuda Gazali ile İbni Rüşd arasındaki ihtilafi halletmek
istiyordu. Bu maksatla hikmet sahasında da eser yazan Hoca-Zadenin
reisliğinde bir heyet teşkil etmiş ve bu suretle mezkur iki
filozofa ait Tehafütlerden üçüncüsünü yazdırmıştır.
Bununla beraber bilhassa o devir için bu çetin mesele yine de
halledilememiş, felsefe ile din arasındaki niza devam etmiştir."
Yavuz
Sultan
Selim’den (1512-1520) sonra Osmanlı Medresesi giderek, araştırma
ve düşünmeye daha çok önem veren Maturidi kelamcılarından
Eş’ari kelamcılarının görüşlerine doğru kaymaya başlamış
ve böylece bir müddet sonra bu görüşler resmen Osmanlı
Medresesinin bilgi
ve eğitim politikası haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak da
Osmanlı müesseselerinde deneysel bilimlere alaka daha da
azalmıştır.
Medresenin
daha sonraki yüzyıllarda matematik ve fizik bilimlerde Avrupa
üniversiteleriyle neden boy ölçüşemediği, onun yanlış bilim
ve felsefe anlayışı ile açıklanabilir. Fakat bu başarısızlığın
temelinde önceki yüzyıllarda müslüman bilim adamları tarafından
geliştirilmiş olan araştırma geleneğinin giderek terkedilmesi de
yatmaktadır. Ancak, fizik bilimlerdeki başarısızlığına
karşılık Osmanlıların yönetimde ve siyasi düşünce ve
uygulamalarda son derece başarılı olmalarını, Osmanlı
yöneticilerine Medrese dışında eğitim veren Enderun geleneğine
bağlamak mümkündür. Ayrıca Osmanlıların siyasi idarede, 14.
yüzyılda yaşamış olan
İbni Teymiye gibi bazı kelamcıların geliştirdiği şekilci
siyasi teorileri reddederek, bir dereceye kadar İslam'ın orijinal
siyasi kavramlarına bağlı kaldıklarını belirtmemiz gerekiyor.
Bu konu da araştırılması gereken önemli bir husus olarak
karşımızda
durmaktadır.
Başlangıçtaki
teknolojik başarılara rağmen Osmanlıların bilim ve felsefede
Avrupa'dan geri kalmakta oldukları bazı Osmanlı aydınları
tarafından oldukça erken farkedilmiştir. Mesela Katip Çelebi
(1609-1657) ‘Mizan-ül Hak’ isimli eserinde, Avrupa
üniversitelerinde fizik bilimlerdeki büyük gelişmelere karşılık
Medrese eğitiminin fizik bilimleri ‘felsefedendir’ diyerek
dışlaması yüzünden bu bilimlerde geri kalındığını açık
bir şekilde belirterek Osmanlı yönetimini uyarmıştır. Ancak ne
yazık ki,
bu tür uyarılar yeteri kadar etkili olamamıştır. Bunun da 12.
yüzyıldan itibaren müslümanların düşüncesine hakim olan
sınırlayıcı kavramsal yapının bütün topluma yayılmış
olmasından kaynaklandığını düşünüyoruz.
6.
Osmanlılarda Yenilenme Çabaları ve 20. Yüzyılda Müslümanlar
Osmanlılar
bilim ve felsefe alanında, ve dolayısıyla teknolojide, ve bunun
sonucu olarak da ekonomiden savunmaya kadar devletin tüm yapısındaki
geri kalmışlığı 19. yüzyılda ciddi bir şekilde hissetmeye
başlamışlardır. Ancak, Osmanlı yönetici ve aydınları (Katip
Çelebi, Koçi Bey ve Ahmet Cevdet Paşa gibi birkaç istisna
dışında) geriye gidişi, Islahat, Tanzimat, ve Meşrutiyet
hamleleriyle sadece sosyal ve siyasi tedbirlerle durdurmaya
çalışmışlardır. Sosyal dinamiklerin sadece ekonomik
ve siyasi tedbirlerle bağımlı olmadığını, asıl problemin çok
daha temelde, kavramlarla ilgili olduğunu ve bunun da bilim-felsefe
alandaki motivasyonu derinden ve son derece olumsuz etkilediğini
farkedememişlerdir. Bilimdeki bu başarısızlık da dolaylı bir
şekilde sosyal ve siyasi yapıyı ve kurumları derinden
etkilemekteydi.
Nihayet Sultan
2. Abdülhamid'in 19. yüzyılın sonunda başlattığı, ve zaman
zaman bazı müslümanların da şiddetli tepkisiyle karşılaşan
eğitim hamlesi, bu nedenlerle yetersiz kalmıştır. Sonunda Osmanlı
Devleti I. Dünya Savaşıyla birlikte bilim ve teknoloji
üstünlüğüne sahip Avrupa devletlerine yenilerek tarih
sahnesinden çekilmiştir.
Kavramsal
problemlere siyasi ve sosyal tedbirlerle çözüm arama temayülünün
Cumhuriyet döneminde
de devam ettiğini görüyoruz. Cumhuriyet'in başlangıç
dönemindeki (1923-1933), yönetim biçiminin değiştirilmesi gibi
siyasi, kılık-kıyafet ve alfabenin değiştirilmesi gibi kültürel,
anayasa ve kanunların değiştirilmesi gibi sosyal tedbirler, ikinci
dönemde
(1950-60) sanayileşme, üçüncü dönemde (1970-75) ağır sanayi
hamlesi, ve nihayet yakın dönemdeki (1980-90) liberalleşme ve
pazar ekonomisi politikaları aynı doğrultudaki çabaların devamı
olarak görünmektedir.
Osmanlılardan
devralınan kavramsal yapı, yüzeysel ve zorlayıcı sosyal, hukuki
ve kültürel tedbirlerle değiştirilemediği gibi daha da bozularak
içinden çıkılamaz hale getirildiği için şimdiye kadarki
gelişme politikaları Cumhuriyet döneminde de başarılı
olamamıştır. Bu dönemde oluşturulan sığ pozitivist
ve İslam'ı bazan resmen bazan da fiili olarak dışlayıcı
kültürel politikaların zoraki ‘din-bilim’ ayrılığını
ortadan kaldıracak yerde daha da gerginleştirerek bilim konusunda
toplumsal motivasyonu daha da olumsuz yönde etkilediği
söylenebilir.
Bilim
konusunda üretilen çeşitli sloganlara rağmen Cumhuriyet döneminde
tutarlı bir bilimsel gelişme sağlanamamasının sebepleri iyice
araştırılmalıdır. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana
Türkiye'nin neden hala bir Bilim ve Teknoloji Bakanlığı
kuramadığı,
ve neden hala bir Bilim ve Teknoloji Politikası oluşturamadığı
da düşünen insanlarımız tarafından ciddi bir biçimde
araştırılması gereken konulardır.
Cumhuriyet
hükümetlerinin üniversitelere ve bilim adamlarına bakışı genel
bir güvensizlik arzetmektedir. Bunun sebeplerinin her şeyden önce
bilim adamları tarafından araştırılması gerekmektedir, çünkü
onların bu ülke içindeki resmi konumları hala karikatüristlerin,
gazetecilerin, ve hatta futbol taraftarlarının durumundan daha
aşağıda sayılmaktadır. Bilim
adamları da, - Ortaçağda müslümanların Avrupalılara hediye
ettiği ‘hakikat aşığı’ (lover of truth) kavramından
haberleri olmadığı için mi bilinmez - bazı ortak değerler
üzerinde birleşip en azından toplum içindeki genel durumlarını
düzeltecek dayanışmalar
yerine birbirlerini dışlamayı tercih etmektedirler. Bilim adamı
olmak adeta kendilerine de hiçbir şey ifade etmemektedir.
7. Diğer
Çabalar
Yirmi
yıl kadar önce bazı müslüman yazarlar ‘Bilimin
İslamileştirilmesi’ başlığı altında bir program
başlatmışlardı. Bu yazarlar, bu güne kadar yapılmış bilimsel
çalışmaların ve geliştirilmiş bilimsel teorilerin ‘İslami
açıdan’ (tabii aslında bu, bazı relativist ‘Batılı’
felsefecilerden aktarma bir kavram sistemi üzerine kurulu kendi
açıları olmaktadır) süzgeçten
geçirilmesini
ve böylece bunların ‘İslamileştirilmesini’ savudular. Biz
olaylara yanlış bir çerçeveden bakan bu kimselerin, iyi niyetli
görünseler veya olsalar da, meseleleri ele alış biçimlerinin
ciddiyetten uzak olduğunu ve bunların, müslümanların karşı
karşıya
bulunduğu ciddi kavramsal problemlere çözüm getiremeyeceklerini
görüyorduk. Bilindiği gibi bu proje yürürlüğe konulduğunda
bir kaç yıl içinde tam bir başarısızlıkla sonuçlandı.
Diğer
bir teşebbüs, İslam ve bilim konusundaki çalışmalarında
müslümanlar arasında bilimsel araştırmayı teşvik için bunun
mistik temeller üzerine oturtulmasını teklif eden Seyid Hüseyin
Nasr'dan geldi[22]. Nasr, ilk dönem müslüman bilim adamlarının,
ve özellikle de simyacıların gizli bir takim ilimlere sahip olma
iştiyakı
ile araştırmalar yaptıklarını öne sürüyordu.
Bize
göre, ‘Bilimin İslamileştirilmesi’ programı da, bilimsel
çalışmaların mistik temellere dayandırılması programı da
içinde taşıdıkları yanlışlar yüzünden başarısızlığa
mahkumdu. Çünkü müslümanların bilim alanında (ve buna bağlı
olarak birçok alanda) geri kalmalarının esas sebebi bilimsel
araştırma geleneğini, ve daha temelde araştırma ve öğrenme
konusundaki motivasyonlarını kaybetmiş olmalarıdır. Bu
motivasyonu yeniden kazanmaları ancak halen içinde bulundukları
bozuk kavram sistemini terkedip Kur’an’daki kavram sistemine
yeniden sahip çıkmalarıyla mümkün olacaktır. Ancak bu şekilde
gerçekleri daha açık ve net bir şekilde görmeye
başlayabilecekler, ve o zaman da sloganlar ve yüzeysel değişim
politikalarının aldatıcılığından kurtulabileceklerdir.
Pervez
Hoodbhoy'un[23] yorumlarına gelince: Bu yazarın günümüz
müslümanlarının yanlış bilim anlayışı konusundaki
eleştirilerini ciddiye almamız gerekmektedir. Ancak öne sürdüğü
yorumlardaki ciddi hataları da ele alamamız ve düşüncelerinin
nasıl temelde yanlış bir dizi önermeye dayandığını ortaya
koymamız gerekiyor.
Pervez
Hoodbhoy'un ciddi hatalarından biri bilimin laik bir etkinlik
olduğunu öne sürmesidir[23, s. 17]. Bunun da temelinde İslam
tarihinde 8-11. yüzyıllardaki bilimsel motivasyonun nereden geldiği
konusundaki yanlış değerlendirmeleri bulunmaktadır. Bu dönemdeki
müslümanlar yaptıkları çalışmaları laik bir motivasyonla
değil, İslam'ın onlara kazandırmış olduğu belli bir gerçeklik
ve bilgi anlayışı ve buna bağlı bir ‘insan olma’ anlayışı
içinde gerçekleştirmişlerdir. Eğer Hoodbhoy'un dediği doğru
olsa idi, Kuran'ın tebliğinden sonra, daha laik bir anlayışa
sahip(?) birçok insan topluluğunun müslümanlardan çok daha göze
çarpan bir bilimsel gelişme içinde
olması gerekirdi. Halbuki bu yüzyıllarda müslümanlar - bu alanda
diğer insanlara hiçbir engelleme getirmemiş oldukları halde -
rakipsiz denecek kadar üstün bir konum içindeydiler.
Hoodbhoy,
İslam ülkelerinin bu gün halk düzeyinden hükümet düzeyine
kadar bir ‘bilim krizi’ içinde bulunduklarını ve bunun onları
hayatın birçok alanında tam bir yıkıntı içinde bıraktığını
doğru bir şekilde tesbit ettikten sonra, İslam ülkelerindeki bu
bunalımın özünün incelendiğinde politik bir nitelikte olduğu
teşhisini
koymaktadır[23, s. 21]. Dikkat edilirse bu teşhis daha önce 19.
yüzyıl Osmanlı ve Cumhuriyet devri aydın ve yöneticileri
tarafından da konulmuş ve bu doğrultuda üretilen tedbirler de bu
güne kadar başarılı bir sonuç vermemiştir. Biz ise bu bunalımın
temelinde,
- politik veya ekonomik sebeplerden çok daha temelde, kavramsal
nitelikte bir problem olduğunu görmekteyiz.
Sonuçta,
günümüz müslümanlarının bilim konusundaki perişan durumunu
tesbit eden Hoodbhoy, çözümü ‘din-bilim’ ayırımının kabul
edilerek laik bir yaklaşımı müslümanların gelecekteki bilimsel
atılımları için tek çıkar yol olarak görmektedir. Yukarıda,
böyle bir çözümün Türkiye'de Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana
pek de başarılı bir sonuç vermediğini belirtmiştik. Sebeplerine
gelince: Birincisi
böyle bir yaklaşım bırakalım bilimsel araştırmayı, genel
olarak müslümanların araştırma ve öğrenme konusundaki
motivasyonlarını dahi engelleyecektir. İkincisi ve daha da
önemlisi, böyle bir kavramsal bölünme, Kur’an’daki
bütünleyici ilm
kavramı ve buna bağlı bir dizi kavramın oluşturduğu yapıyla
çelişmektedir.
Müslümanların
böyle çelişkili ve bozulmuş bir kavramsal yapılanma içinde
bilim konusunda üstün bir motivasyona ulaşabileceğini düşünmek
saflık olur. Başka herhangi bir motivasyon da dünyadaki modern
bilim kültürü çerçevesindeki motivasyondan farksız olacaktır
ki bu da modern bilimin mevcut meselelerine yeni çözümler
getiremeyecektir. Mevcut bilim kültüründe esas motivasyonun
kaynağı, hakikat aşkı değil, şöhret ve üstünlük duygusudur.
Aynı motivasyonlara
sahip daha fazla bilim adamı, içinde yaşadığımız adaletsiz
dünyanın insanlarına daha iyi bir dünya kazandırmayacaktır.
Şunu
da belirtmek gerekir ki, çağdaş dünyanın şartları, bazı
istisnai durumlar dışında, tecrit edilmiş bilimsel faaliyetleri
desteklememektedir. Bilim adamları birbirleriyle geçmişte
olduğundan daha yakın temas halindedirler. Bu şartlarda müslüman
bilim adamlarının, modern bilimin özel problemleri yerine,
gerçeklikle tam bir uyum halindeki bir kavram sistemi içinde olmak
kaydıyla
bilimin en temel konularında araştırmalar yapmaları daha faydalı
olacaktır. Çünkü çağdaş kültürün hastalıklarının
temelinde, eski çağlardan devralınan ve şimdi ise bilimin
gelişmesini engelleyen karmaşık bir kavram sistemi bulunmaktadır.
8. Geleceğe
Dönüş
Biz,
müslümanların bilim konusundaki etkinliklerinin geleceğini ne
Hoodbhoy'un, ne de onun eleştirdiği müslüman yazarların önerdiği
çözümlerde görüyoruz. Çünkü, bunların hiçbiri problemin
temelindeki kavramsal bozulmayı ve onun müslümanların bilim
motivasyonunu nasıl engellediğini görememişlerdir, ve çözümü
de ya sathi birtakım etkenlerin değiştirilmesinde veya bozuk
kavramsal yapıya yeni eklemelerin yapılmasında görmektedirler.
İnsanları öğrenmeye ve araştırmaya sevkeden şey motivasyondur.
Motivasyon
ise ancak onu besleyen bir kavramsal yapı içinde artarak gelişir.
Doğru bir kavramsal yapının beslediği motivasyonu o kavram
sistemini bozmak suretiyle engellemek ve söndürmek mümkündür.
Peki, bozulmuş bir kavram sistemini nasıl düzeltebiliriz? Bu işin
kolay
bir yolu var mıdır? Ne yazık ki, bozulmuş bir kavram sistemini
yenilemek kolay bir iş değildir, çünkü insanların kullandığı
dil, onların gerçeklik anlayışı ve hayat tarzları tarafından
şekillenir. Bozulmuş
bir kavram sisteminin düzeltilmesi, bunun desteklediği
hayat tarzı ile birlikte ele alınıp dikkatli bir şekilde
incelenerek yanlışların birer birer düzeltilmesiyle olabilir.
Bunun da zahmetli bir iş olduğunu kendi şahsi
tecrübelerimizden söyleyebiliriz.
Bu
yazımızda bu yenilenmenin nasıl gerçekleştirilebileceğinin
tafsilatına giremiyoruz.
Bu
konudaki çalışmalarımız devam etmektedir. Ancak burada,
müslümanların böyle bir kavramsal yenilenmeyi gerçekleştirmeden
İslam medeniyetinin geleceği konusunda ümit verici sürekli hiçbir
gelişmeyi sağlayamayacağını söyleyebiliriz. Müslümanlar, 11.
yüzyıldan itibaren terketmeye başladıkları zengin kavram
sistemine yeniden sahip çıkmadıkları ve onu geliştiremedikleri
sürece bilim, ve dolayısıyla uygarlığın herhangi bir alanında
varlık gösteremeyeceklerdir. Buna bağlı olarak şunu da
söyleyebiliyoruz: Eğer müslümanlar 11. yüzyıldan itibaren
terketmiş oldukları kavram sistemine yeniden dönüşü, yani
"geleceğe dönüş"ü gerçekleştirebilirlerse o zaman
insanlık tarihi yeniden, ve içinde bulunduğumuz bilim ve
teknolojik gelişme şartları içinde bile,
müslümanlar tarafından gerçekleştirilecek şaşırtıcı bir
bilimsel ve teknolojik gelişmeye sahne olacaktır.
Referanslar
[1]
Russell, B. (1974). History of Western Philosophy.
[2]
Sarton, G. (1927-48). Intoduction
to History of Science. 3 vol. 5 kısım. Baltimore. Williams and
Wilkins.
[3]
Huff, T.E. (1993). The Rise of Early Modern Science. Cambridge
University Press.
[4]
Hoodbhoy, P. (1992). İslam ve Bilim. Cep Kitapları, Istanbul.
[5]
Bilim tarihçileri genel olarak
Yunan medeniyetini, İyon ve Helen medeniyeti olarak iki ayrı
dönemde ele alırlar. Birincisinin başlangıç noktası Milet olmak
üzere öteki merkezleri Atina ve Siraküza, ikincisinin merkezi
olarak da İskenderiye gösterilmektedir. Her iki dönemde de Eski
Mısır medeniyetinin etkisi görülmektedir.
[6]
Bu konudaki çalışmalarımızı hem yapay zeka, hem de Kur’an’daki
kavramların dile yansıması ile ilgili olarak felsefi alanda devam
ettiriyoruz. Yapay zeka alanında konu ile ilgili yayınlarımızdan
biri şudur: "Elements
of Scientific Creativity", AAAI Spring Symposium Series, 23-25
Mart 1993, Stanford Üniversitesi, A.B.D. Bildiriler, s. 39-46.
[7]
Bakınız: Rosenthal, F. (1970). "Knowledge Triumphant".
E.J. Brill, Leiden.
[8]
Parantez içindeki rakamlar ilgili sure ve
ayet numaralarını göstermektedir. Örneğin (006.108) 6. surede
108. ayet demektir.
[9]
Bu fizikçilerden biri de Paul Davies'tir. Bakınız: Davies, P.
(193). The Mind of God. Londra: Touchstone Books.
[10]
Rosenthal, F. (1970). "Knowledge Triumphant". E.J. Brill,
Leiden.
[11]
Bakınız: Hamidullah, M. (1966). İslam Peygamberi. Çev. M. Said
Mutlu. İrfan Yayınevi, Istanbul. s. 141. (Yazar bu bilgileri
klasik İslam kaynaklarından, İbni Sa'd, Süheyli ve İbni
Hanbel'den aktarmaktadır.) Aynı dönemde müslümanların Medine'de
bir de okul açtıkları bilinmektedir.
[12]
Bakınız: Demirci, M. (1996). Beytül Hikme. İnsan Yayınları,
İstanbul.
[13]
Bu konularda şu kaynaklara başvurulabilir:
Sarton,
G. (1927-48). Introduction to History of Science. Williams and
Wilkins. Baltimore.
Nasr,
S.H. (1989). Islamic Science. İnsan Yayınları. İstanbul.
Dögen,
Ş. (1992). Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi. (2 cilt).
Istanbul. Y. Asya Yayınları.
Bayrakdar,
M. (1987). İslam'da Bilim ve Teknoloji Tarihi. T.D. Vakfı
Yayınları. Ankara.
Bayrakdar,
M. (1997). İslam Felsefesine Giriş. T.D. Vakfı Yayınları.
Ankara.
Huff,
T.E. (1993). The Rise of Early Modern Science. Cambridge U. Press.
Akın,
Ö. ve Desay, M. (1993). Beş Büyük Cebir Bilgini. MEB Yayınları.
Ankara.
Demirci,
M. (1996). Beytül Hikme. İnsan Yayınları, İstanbul.
[14]
Bakınız: Leicester, H.M. (1971). "The Historical Background of
Chemistry". Dover, New York. sayfa 66.
[15]
A.g.e. sayfa 66.
[16]
A.g.e. sayfa 71.
[15]
Topdemir, H.G. (1991). "İbnül Heysem'in Optik Araştırmaları".
Bilim, Felsefe, Tarih. Sayı 1, sayfa 187-190.
[16]
Duhem, P. (1969). "To save the phenomena." The University
of Chicago press.
[17]
Bakınız: Kocabaş, Ş. (1997). İslam’da Bilginin Temelleri.
İstanbul: İz Yayıncılık.
[18]
Gazali "El Munkiz min ed-Dalal" isimli kitabında felsefi
bilimlerden sayılan mantik ve matematiğin din ile olumlu-olumsuz
bir ilgisi olmadığıni ifade etmektedir. Onun iyi niyetle söylemiş
olduğunu kabul ettiğimiz bu sözünün kolaylıkla yanlış
anlamalara yol açabildiğini belirtmeliyiz.
[19]
İbni Rüşd. "Tahafut al Tahafut". İngilizceye çev.
Simon van Den Bergh (1978). Luzac, Londra.
[20]
İbni Rüşd. Kitab Fasl al Maqal. "On the Harmony Between
Religion and Philosophy". İngilizceye çev. G.F. Hourani(1976).
Luzac, Londra.
[21]
Turan, O. Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Cilt I-II, s. 542.
[22]
Nasr, S.H. (1991). Islamic Science. Istanbul: İnsan Yayınları.
[23]
Hoodbhoy, P. (1992). İslam ve Bilim. Cep Kitapları, Istanbul.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder