MEDENİYETLER ÇATIŞMASI VE GERÇEKLER
MEDENİYETLER ÇATIŞMASI VE GERÇEKLER * Dr. Şakir Kocabaş
Özet
Bu yazımızda İslam Medeniyetinin yeniden canlandırılması ile ilgili konular üzerinde durulmakta ve Müslümanların bu açıdan halen içinde bulundukları durum değerlendirilmektedir. Bu çerçevede, cemaatçi yaklaşımlarla medeniyet yenilenmesi gayesine yönelik yaklaşımlar arasındaki çelişkiler de ele alınmakta ve geleceğe matuf genel bazı çözümler ortaya konmaktadır.
1. Medeniyet Meselesi
Türkiye bugün, Osmanlılar dönemindeki "Kültürler Uzlaşması" ülkesinden bir "Kültürler Çatışması" bölgesine dönüştürülmektedir. Bu bölgede artık çeşitli eğilimler sürekli monokültürel bir üstünlük kurma mücadelesi içinde görünmektedir. Cumhuriyet'in ulus-devlet, yani monokültürel bir temele dayandırılmış olması, çeşitli etnik grupların ve marjinal kültlerin adeta ülke üzerine yayılmış bir örtü altında devamlı çekişmelerinin kaynağını da bu oluşturmaktadır. Bu kültler, enteresandır, asıl kimliklerini gizleyen bir sır perdesi altında faaliyet göstermektedir. Hatta bu sır perdesi, bir bakıma müntesiplerin dayanışmasını da pekiştirmektedir. Masonluk, aleviliğin bazı türleri, bektaşilik ve bazı cemaatler varlıklarını bu gizliliğe ve bu gizliliği destekleyen monokültürel devlet yapısına borçludur.
İşte bütün bu gruplar, toplumsal arenada köşe taşlarını kapma yarışında monokültürel zorunluluk dolayısıyla kendilerini tamamen farklı yüzlerle ortaya koymakta ve "yığın" saydıkları ve büyük çoğunluğu müslüman olan halkı kendi kavram ve sloganları etrafında (ama kendi gerçek amaç ve inançları etrafında değil) – toparlamaya çabalamaktadır. 1970'lerdeki kürtçülük hareketinin maocu marksist sloganlar arkasında, günümüzdeki siyasi alevi-bektaşi hareketinin kemalist sloganlar arkasında, masonluğun da her zamanki gibi, kemalist sloganlarla birlikte "çağdaşlık", "evrensellik", "globalleşme" gibi sloganlar arkasında, ve müslümanlık iddiasındaki bazı cemaatlerin de İslam'la bağdaşmayan, hatta putperestliğe varan görüntüler arkasında faaliyetlerini icra etmesi bu çerçevede değerlendirilebilir.
---------------------- * Bu yazıyı 1997 yılında hazırlamış olduğum halde bazı mülahazalarla daha önce yayınlamayı uygun görmemiştim, fakat aradan geçen zaman, yazıdaki bazı düşüncelerin ne kadar haklı olduğunu tirajik bir şekilde gün yüzüne çıkardı.
Türkiye'nin bu gün içinde bulunduğu durum, Huntington'un "medeniyetler çatışması"ndan çok, sloganlar arkasında süren etnik amaçlar ve siyasi/iktisadi menfaatler çatışması olarak vasıflandırılabilir. Medeniyetler çatışması olabilmesi için, meydanda en az iki medeniyet anlayış ve iddiasının olması gerekir. Türkiye'deki durum bir Batı ve İslam medeniyeti çatışmasından henüz oldukça uzaktadır, çünkü bu ülkede İslam, bizzat müslümanlar tarafından halen bir medeniyet meselesi olarak görülmemektedir. Hatta o kadar ki, öteden beri İslam'ı bir medeniyet meselesi olarak ele almak gerektiğini savunan yazar ve düşünürlerin adı-sanı unutulduğu halde, böyle bir meseleden haberi olmayan camaat önderlerinin isimleri uzun zamandır ön planı işgal etmektedir.
Büyük medeniyetlere baktığımızda, bunların adeta birkaç temel kavram üzerindeki toplumsal uzlaşmayla kurulduğunu söyleyebiliriz. Eski Yunan, soyut düşünce ve geometrik düzen, Roma, hukuk ve nizam, İslam medeniyeti gerçeklik ( hakk), bilgi ( ilm) ve adalet (adl) kavramlarıyla teşhis edilebilirler. İslam'ı bu gün bir medeniyet meselesi olarak göremeyen müslümanlar, sonunda ülkedeki diğer etnik kültler gibi iki ayrı kimlikle yaşamak zorunda kalmaktadırlar, ve daha da kötüsü, kendileri için ilahi adalet açısından asıl tehlikenin bu olduğunu da görememektedirler.
2. Medeniyet ve Cemaatler
Medeniyet kurucu yaklaşımlarla cemaatçi yaklaşımlar arasındaki önemli farkları anlayabilmek için medeniyetlerin yapısını ve ülkemizde de sosyal bir vakıa olarak ortaya çıkmış olan cemaatlerin özelliklerini iyi incelemek gerekir.
Bu gün ülkemizde müslümanların önemli bir kısmının çeşitli cemaatler içinde yer almasının temelinde sosyal ve psikolojik sebepler vardır. Bu sebepler arasında cemaat şuuru ve dayanışmasını, aidiyet duygusunu, güven ve hatta sun'i bir üstünlük duygusunu sayabiliriz. Cemaatlerin sosyal gelişmede olumlu ve olumsuz tarafları vardır. Önce bunların olumlu taraflarını inceleyelim:
Cemaatlerin olumlu taraflarından belki de en önemlisi, düzensiz bir toplumda tek tek insanların başaramadıkları bazı işleri (sosyal yardımlaşma, vakıf ve iktisadi teşekküller) cemaat dayanışması içinde başarabilmeleridir. Bu açıdan baktığımızda, ülkemizde de cemaatler tarafından kurulmuş birçok vakıf, eğitim kurumları, holdingler, yayınevleri ve basın yayın organları bulunduğunu biliyoruz. İnsanların birbirine güvenmediği bir toplumda bu kuruluşların tek tek fertler tarafından bir araya gelinerek kurulması mümkün görünmemektedir. Bunlar cemaatlerin olumlu faaliyetlerine örnek olarak gösterilebilir.
Cemaatlerin olumsuz taraflarına gelince: En dikkat çekici özelliklerinden biri, cemaat içinde analitik düşünceyi ve öz eleştiriyi tamamen ortadan kaldırmalarıdır. Cemaat liderinin, veya manevi liderinin her dediği doğru kabul edilir. Hatta bazı cemaatler, önderlerinin "büyük mütefekkir", "asrın yıldızı" olduğu inancındadır.(1)
(1) Halbuki bu önderlerin eserlerinin 11. yüzyıldaki herhangi bir müslüman düşünürün eserleriyle karşılaştırılarak değerlendirilmesi bunlarla ilgili gerçeklerin ortaya çıkmasına yetecektir.
Diğer önemli bir olumusuzluk ise, cemaat içinde önderlerin görüşlerinin hatasız kabul edilmesi dolayısıyla bunların dışında bazı düşüncelere sahip insanların otomatik olarak cemaatten tecrit edilmeleridir. Cemaat önderleri aslında aksiyon adamı oldukları halde cemaat tarafından bunların "çağın en büyük düşünürü" olduklarına inanılması, herhangi bir kimsenin bunları aşamayacağı inancını da beraberinde getirir. Böylece cemaatler içinden büyük düşünür, yazar ve sanatçının çıkması en başından engellenmiş olmaktadır. Cemaat dışında kalan fakat aynı temel inançlara sahip düşünür, yazar ve sanatçılar da her cemaat tarafından "yabancı" muamelesine tabi tutulur.
Cemaatlerle ilgili diğer bir paradoks da, bunların, sahip oldukları inançlara apaçık düşmanlık yapmaktan çekinmeyen kişi ve kuruluşlarla daha yakın bir işbirliği içinde olabilmesidir. Bu paradoks "cemaat içi birlik" açısından kolayca açıklanabilir. "Kendisine uzak" kişi ve kuruluşlar, cemaat içi birliğe ideolojik tehdit teşkil etmez, halbuki aynı inancı paylaşan kişi ve cemaatler "cemaat içi birlik" açısından tehdit unsuru sayılabilirler.
Cemaat yapısının diğer bir olumsuz yanı ise insanlar arasındaki "birlik" duygusunun öbekleştirilerek parçalanmasıdır. Belirtilmesi gereken diğer bir husus da şudur: cemaatler büyüdükçe cemaat önderi ve müntesipler arasındaki bağlar ve amaçlar şekil değiştirmekte ve şahsi menfaat ve itibar peşinde koşan kimselerin de sürekli katılımı cemaatin dejenere olmasını kolaylaştırmaktadır. Diğer ilgi çekici bir husus da sıradan insanların, cemaat üyeliğinin verdiği haksız bir üstünlük duygusuna sahip olmalarıdır. "Kollektif cehalet, cehaleti gizler!".
Cemaatleşme, insanlar arasında tabii bir istişare mekanizmasının oluşumunu da engellemektedir. Her cemaatin önderi, kendisinin her şeyi en iyi gördüğünü düşündüğünden, ortak tehditler karşısında bile diğer cemaat önderleriyle bir araya gelip istişarelerde bulunmazlar.
Cemaat liderinin her dediğinin tartışmasız doğru sayılması ve onun hata yapmaz kabul edilmesi, cemaatin dağılmadan varlığını devam ettirmesinin vazgeçilmez şartıdır. Nitekim, bir cemaat önderinin vefatı, çoğu zaman cemaatın fırkalara ayrılmasına yol açmakta, ve her bir fırka kendi önderinin en doğruyu düşündüğünü kabul etmektedir. Bu bakımdan cemaatleri tek hücreli canlılara benzetmek mümkündür. Hücre bir müddet içinde iki veya daha fazla hücrelere bölünür, ve her hücre (bazan ötekilerin zararına bile olacak şekilde) kendi varlığını sürdürmeye çalışır. Bu hücresel yapı, cemaatlerin tek boyutlu davranışlarını da açıklamaktadır. Bir cemaatin varlık stratejisi ne kadar zekice olursa olsun, tek yönlü olduğu için, kolaylıkla kontrol altına alınabilir. Çoğu zaman, cemaat önderinin şahsi bir meselesiyle veya cemaatiyle ilgili bir konuda baskı altına alınması kontrol için yeterli olabilir. Böyle bir durumda, cemaat de baskılara boyun eğerek önderini takip etmeyi sürdürecektir.
Her cemaatin kendi önderini hata yapmaz kabul etmesi, çoğu zaman da bu inancı destekleyen efsanelerin, hatta hurafelerin cemaat arasında yaygınlaşmasına da imkan sağlar. Özellikle benzer inançlar veya hedefler doğrultusunda biribiriyle rekabet içinde olan cemaatler arasında bu tür hurafeler, cemaatin üstünlüğüne taraftarlarını inandırmada önemli bir rol oynar. Cemaatlerin hücresel yapısının ve tek boyutlu varlık stratejilerinin diğer bir olumsuz yanı da, kendilerine zararı dokunmadığı durumlarda, diğer cemaatlere ve sonuçta aynı inanca sahip diğer insanlara yapılan haksızlıklara kayıtsız kalmalarıdır.
Bütün bu açılardan bakıp bir değerlendirme yaptığımıza şunları görüyoruz: Cemaat yapısında bilgi daima geri plandadır. Bunun sebebi, gerçekliğin "hakk"a göre değil, "cemaat önderine göre" tarif edilmesidir. Bu çerçevenin dışında kalan gerçekler, cemaat için ya hiç yoktur, veya önemsizdir. Böyle sabit, durgun ve kapalı bir gerçeklik anlayışı, elbette cemaatte bilginin gelişmesine ve yaygınlaşmasına imkan vermez. Gerçekliğe ulaşmak, önce o yönde ciddi bir yönelim, ciddi bir motivasyon gerektirir. Cemaat üyeleri ise zaten gerçekliğe liderleri vasıtasıyla ulaştıklarını kabul etmiş olduklarından, onlar için artık böyle bir çabaya ihtiyaç kalmamış sayılır. Cemaatlerde "eleştiri", cemaat yapısına ters bir kavram olduğundan, yeni bilgilere ulaşmanın yolu bu yönden de kapanmış olmaktadır.
Cemaat yapısına karşılık medeniyetler, birbirinden bağımsız fakat birbirini tamamlayan ve destekleyen, ve birbirini kendi alanlarında mükemmelliğe sevkeden müesseseler üzerine kurulur. Bütün medeniyetlerde ortak olan bir özellik mükemmellik arayışıdır. Cemaatler liderin ölümüyle dağılıp parçalanabilir, fakat medeniyetlerde müesseseler fonksiyonlarını icra ettikleri sürece, kişilere bağlı kurumlar olmadığından toplumların dağılmasını önlerler ve medeniyetin devamlılığını sağlarlar. Hatta devletler zayıflayıp yıkılsa bile bu devamlılık sürebilir. Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı Devletleri buna örnek olarak gösterilebilir. Abbasi devletinin dünyanın en karışık bir bölgesinde 500 yıldan fazla (750-1254) varlığını sürdürebilmesinin temelinde Beyt-ül Hikme gibi bir bilgi merkezini kurmuş ve 200 yıldan fazla devam ettirmiş olması yatmaktadır. Selçuklular da bu gün bile Anadolu'da hemen göze çarpan sağlam bir medrese ağına sahipti. Osmanlılar ise iyi işleyen ve toprağa ve el sanatlarına bağlı bir siyasi, iktisadi ve sosyal yapıya ve sarsılmaz adalet müesseselerine sahipti.
Gerçeklik, bilgi ve adalet kavramları birbiriyle çok sıkı bağları olan kavramlardır. Gerçeklik ve bilgi kavramlarından uzaklaşma, adalet kavramının da zayıflamasına yol açar. Bazı cemaatlerin kendilerine dokunmadığı için diğer insanlara yapılan haksızlıklara seyirci kalmaları, hatta kendilerine de zarar gelir endişesiyle haksızlık yapanları teşvik edici beyanlarla desteklemeleri bunlardaki adalet duygusunun ne kadar zayıf olduğunu göstermektedir. Adalet duygusunu kaybetmiş toplumların, ne kadar güçlü görünürlerse görünsünler tarih ölçeğine göre kısa sürede çöktüklerini yakın zamandaki örnekleriyle görmüş bulunuyoruz.
Özet olarak, cemaatler aynı tek hücreli bir canlı gibi, kendi içinde belli bir varlık amacına yönelik olarak belli bir süre için başarılı, fakat dış dünyanın etkilerine karşı dayanıksız bir toplum yapısı oluşturmaktadır. Halbuki sağlıklı bir toplumsal yapı, birbirini destekleyen dokulara sahip çok hücreli bir canlı gibidir. Böyle bir canlıda hücreler ve dokular birbiriyle rekabet için değil, içinde bulundukları canlının dış dünyada varlığını sürdürebilmesini sağlayacak şekilde faaliyetlerini sürdürürler. Böyle bir canlıda, dokular ve hücreler arasında sürekli bir iletişim, bir mesaj alışverişi vardır. Bu iletişimde her doku nelere ihtiyacı olduğunu, nelerin fazlalık olduğunu hiçbir sansüre yer bırakmayacak şekilde mesajlarıyla gerekli yerlere iletir. Dokulardan birinde ortaya çıkan bir hastalık bütün organizmayı hastalığın giderilmesi yönünde faaliyete geçirir.
Sağlıklı bir toplumsal yapı, yani medeniyet, sürekli gerçekleri araştıracak müesseselere sahip olan, gerçekleri gizlemeyen, onları çarpıtmadan bireylerine ulaştırabilen, açıkça yıkıcı veya kışkırtıcı ve haksız eyleme dönüşmeyen eleştiriye her imkanı sağlayan bir toplumdur. Gerçekliğe ( hakka) önem veren bir toplum tabii olarak bilgiye de önem verecektir. Ancak böyle bir toplum, adaleti gerçeklikle ( hak ile) işleyen bir müessese haline getirebilir. Bu toplumda esas önderler, gerçeklik, bilgi ve adaleti her şeyin üstünde tutan insanlardır. Bunlar adeta o toplumun veya ulusun canı gibidirler. Böyle insanları içinde barındırmayan, onları desteklemeyen bir toplum cansız bir toplum demektir ve içinde yaşadığı ülkenin nizam ve huzura kavuşması da mümkün değildir. İçinde huzur ve nizam olmayan bir ülkede insanlar gerçekleri araştırma ve bilgi edinme yerine, geçici dünya menfaati için sürekli bir çekişme içinde boş meselelerle uğraşarak ömür tüketirler.
Islam dünyasının bu gün içinde bulunduğu kaotik durumun temelinde genel manada bir "medeniyet" meselesi yatmaktadır. Bunun da temelinde Islam'ın temel kavramlarına dayalı yeni bir dünya düzeni, yeni bir "Nizam-ı Alem" fikrinin hala geliştirilememiş olmasıdır. Sözünü ettiğimiz bu kavramlar gerçeklik ( hak), bilgi ( ilm), adalet ( adl) ve nizam ( mizan) kavramlarıdır. Gerçeklik peşinde koşmayı birinci meselesi olmaktan çıkarıp tali meselelerle uğraşan insanlarla yeni bir medeniyet kurulamaz. Çükü gerçeklik ( hak) için her şeyini feda etmeye hazır olmayan insanların üstün bir bilgiye ulaşması mümkün değildir. Bilgisiz bir toplumun da adaleti işleyen bir müessese haline getirmesi mümkün değildir. Adaleti ayakta tutan müesseseleri olmayan bir toplum da hiçbir zaman nizama kavuşamaz, ve dolayısıyla her türlü hırsızlık, yolsuzluk, kaçakçılık, zulüm ve işkence belasından kurtulamaz.
Bir toplumda adaletin müessese haline gelmesi adaleti her şeyin üzerinde tutan "adalet aşığı" hakimlerin bulunmasına bağlıdır. Bunların olması da o toplumda gerçeklik ( hak) aşığı bilginlerin ve bilgi peşinde koşan insanların bulunmasına bağlıdır. İşte buradan hareketle diyoruz ki, ancak gerçeklik, bilgi ve adaletin aşığı insanlar yeni bir medeniyetin kurucusu olacaklardır. Bu ideallerin peşinde koşan insanların önderlik ettiği bir toplumda gerçekler yalan haberlerle ve sloganlarla örtülemeyecektir, çünkü bu toplumda bilenler ne pahasına olursa olsun gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Böyle bir toplumda mahkemeler gerçeklik ve bilgiye dayalı adaletin ayakta tutulduğu mekanlar olacak ve buralarda insanlara asla bilerek haksızlık yapılmayacaktır. Kanunlar da yönetenlerin keyfine veya menfaatlerine göre değil, gerçekliğe ve bilgiye dayalı olarak düzenlenmiş olacağından, insanlara "yasal haksızlık" da yapılmayacaktır.
3. Sonuç
Bu gün dünyada müslümanlar, birkaç yüzyıldır gerçekliğe ve bilgiye gereken değeri vermedikleri, bunları ihmal ettkleri için her yerde haksızlığa uğramaktadırlar. Hatta bu ihmalleri yüzünden kendilerine yapılan haksızlıkları adeta "hak etmiş" olmaktadırlar.
Müslümanlar ilme sahip çıkmadıkları sürece hristiyanlığın akıbetinden, yani İslam dışı, ve hatta İslam'a düşman siyasi iktidarlara boyun eğip dinlerini kendi elleriyle bozmaktan kurtulamayacaklardır. Müslümanlar asla bilgiden uzak yaşayamaz, çünkü bilgi müslümanın inancını kuvvetlendirir, çünkü bilgi hakkın yani gerçekliğin ifadesi olan herşeydir. Bilgili ve dolayısıyla kuvvetli inanç sahibi müslümanlar siyasi baskı, aşağılık kompleksi ve benzeri zorlamalarla inançlarına ve yaşayışlarına putperestlik karıştırılmasına izin vermezler.
Bir medeniyetin kurulmasında toplumun her kesimine görevler düşmektedir. Herkesin kendisini, yaptığı meşru işi en mükemmel bir şekilde yapacak şekilde geliştirmeye çalışması gerekmektedir.
Müslümanların hemen her yönden (adli, siyasi, mimari, sosyal, ve iktisadi alanlarda) hasta bir düzende "şurayı veya burayı ele geçirerek düzeni düzeltmek" gibi bir amaç için kendi kimliklerinden fedakarlık etmeleri doğru bir strateji değildir. En sağlam strateji, toplumda fertlerin, şartlar ne olursa olsun, kendi kendilerini en bilgili olacak şekilde yetiştirmelerini sağlayan stratejidir. İnsanların eğitim kurumlarına, hatta kütüphanelere girmelerinin bile yasaklanması da dahil, hiçbir mazeret kararlı ve akleden bir ulusun kendisini en iyi şekilde yetiştirmesine engel olamaz. Çünkü Allah, gerçekliği ( hakkı) savunan ve bilgiye ( ilme) sahip çıkanlarla beraberdir, ve onlara yollarını muhakkak gösterecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder